Selam!
5 aylık uzun, upuzun bir aradan sonra sahalara döndüm. Mandela efekti oldu mu sizde, yokluğumu fark ettiniz mi? Ben yazmayı özlemişim, röportajlara gitmeyi özlemişim. Kulaklığımı takıp kayıdı yazıya geçirene kadar sinir hastası olmayı bile özlemişim.
Nasıl geçti yazınız? Benimki biraz kısaydı. Twitter'da gördüm, "Bu yaz depresyonda ve biz onu teselli etmeye çalışıyoruz" yazıyordu. Bir de depresif bir yazla uğraşmışız fark etmeden. Bilmiyorum neden, ama kısa geldi bir tık.
Yine "grubu nasıl tanıdım" temalı bir hikaye okuyacaksınız, ki her zamanki gibi, tamamen tesadüfen oldu.
Temmuz'un ortasında Adana'ya (Evet, Temmuz'da. Evet, cehennem sıcağıydı. Hayır, asfalta erimedim. Evet, akıl sağlığım yerinde.) gittim. Bir arkadaşımın arkadaşı vasıtasıyla rock ve punk müziğin dibine vurdum. Sohbete başlayınca fark ettik ki aynı grupları seviyoruz, hemen playlistler paylaşıldı ve ardı ardına "Şunu da dinle, buna da bak" diyalogları geçmeye başladı. (Mehmet'e buradan selam. Son attığım şarkıyı dinledin mi?)
Neyse, sonuç olarak verimli bir Adana tatili oldu. Mehmet beni önce Kilink'le, bağlantılı olarak da Palmiyeler'le tanıştırdı. Bu röportaj biraz da onun sayesinde var.
Ne yazık ki grubun tüm üyeleri burada değildi, bu yüzden okuyacağınız röportajda sadece Mertcan'ın adı geçiyor. Umarım diğer üyeler de burada olunca bir röportaj daha yaparız.
Mertcan'a teşekkür ederim, inanılmaz keyifli bir sohbetti. (Çilekli limonatam için de ayrı teşekkür ederim.) Okuyacağınız röportajda bir sürü şeyi konuştuk, endüstriye, politikaya, hatta ekonomiye bile ucundan değindik. Böyle çok yönlü ve her şeyden konuşmalı sohbetler hoşuma gidiyor.
Grup bir surf-rock grubu değil. Bunda bir netleşelim. Sound olarak benzerlikler olsa da tek bir genre'ya indirgeyebileceğimiz bir tür müzik olduğunu düşünmüyorum.
Grubu şuraya ekliyorum, umarım şarkılarından benim keyif aldığım kadar keyif alırsınız. Ve umarım okurken masada bizimle oturup çilekli limonatanızı yudumlarsınız.
Defne: Biraz grubu tanıyalım, tanıtır mısın bize?
Mertcan Mertbilek: Ben Mertcan Mertbilek. Grupta gitar ve vokalim. Aynı zamanda şarkı yazarıyım. Grup arkadaşlarım bas gitarda Tarık Töre, davulda Rana Uludağ ve ikinci gitarda Barış Konyalı. 2013 yılında Tarık, ben ve Rana grubu kurduk. Tarık'la o zamanlarda yeni bir grup kurma fikrimiz vardı, onu Palmiyeler olarak gerçekleştirmek istedik. Rana’yı aldık. İlk konserimiz için sahnede bize Barış katıldı. Daha sonra bu uzun bir arkadaşlığa ve grup arkadaşlığına dönüştü. O günden beri de dördümüz çalıyoruz.
Defne: Palmiyeler ismi nereden geliyor? Nasıl karar verdiniz?
Mertcan: Birkaç şeyi var bunun. Bir tanesi İzmir’deyken Kilink isimli bir punk rock grubumuz vardı. Onun “Palmiyeler” diye bir şarkısı vardı. Hem Kilink’e referans olması açısından hem de geldiğimiz yerle ilgili bir bağlantısı olması açısından Palmiyeler’in güzel bir isim olacağını düşündük ve sonunda bu isimde karar kıldık. Kulağa da güzel gelince…
Defne: Kulağa kesinlikle güzel geliyor. Ailende veya gruptaki üyelerin ailelerinde müzisyen var mı? Yaratıcı altyapınıza bir katkısı oluyor mu?
Mertcan: Ailemde hiç müzisyen yok. (Güler) bildiğim kadarıyla Tarık'ın dayısı ney çalıyor, onun müzisyen bir tarafı var. Ama diğer arkadaşların da ailelerinde pek müzisyen olduğunu sanmıyorum. Aileden gelen bir şey değil sanırım.
Defne: Kayıt süreçleri nasıl oluyor? Buradan yeni albümü de soracağım ama genel olarak tüm albüm ve single’lardaki kayıt süreci nasıl oluyor. Şarkıları yazmak mesela, kolektif mi oluyor, yoksa anlık kararlar mı oluyor? Oturup konuşuyor musunuz, şunu şuraya bağlayalım diye?
Mertcan: Aslında birçok farklı şekilde oluyor. En yaygın olanı genelde benim evde şarkıyı yapıp bitirmem ve daha sonra onu stüdyoya getirmem, stüdyoda herkesin kendi bölümüne çalışması ve fikirlerle veya hatalarla son hale gelmesi. Bu en yaygın olan süreç aralarında. Bunun dışında, nadir de olsa, üstüne konuşup “Böyle bir şarkı mı yapsak?” “Şöyle bir konuda bir şarkı üretmek nasıl olur?” gibi bir yöntem de var. Kolektif tarafı da var işin tabii ki, herkes fikir verdiği için. Birbirimizi dinliyoruz ve fikirleri de çoğu zaman uyguluyoruz. O yüzden hem bireysel hem kolektif bir üretim sürecimiz var.
Defne: Şarkı yazmak demişken, bir formülü var mı? Bir şey gerekiyor mu? 1+1=2 gibi bir şey mi yoksa her şarkının arkasında, söz yazmanın arkasında farklı bir hikaye mi var?
Mertcan: Bence hiçbir şekilde matematikle alakası yok. En azından benim için. Çok farklı şekillerde olabiliyor. Mesela çok hızlı, birkaç dakika içerisinde bir anda bir melodi bulup, üstüne başka bir melodi bulup onu söze çevirebiliyorum. Ya da uzun sürede sözleri toparlamam gerekiyor, belli bir süre sonra tekrar üzerine söz yazabiliyoruz. İlham almak iyi oluyor. Bir yere gitmek, tatile çıkmak, bir kitap okumak… ya da bir derdin olması. Bir derdin olması gerekiyor bu arada. Bazen anlatacak bir şeyin yokken şarkı yazmak da zor oluyor. Ama bir şey hissettiğinde ya da bir yerden ilham aldığında işler çok daha kolay oluyor ve eforsuzca gelişiyor. Hatta en güzelleri en doğal şekilde çıkanları oluyor. Bir şeyi zorladığın zaman pek sonuç verdiğini düşünmüyorum.
Defne: Bir derdinin olması gerekiyor dedin ya, grupça bir meseleniz var mı anlatmak istediğiniz? Aşk, ekonomik sıkıntılar, politika… bunlar gibi.
Mertcan: Var tabii. Bizim şarkılarımızdaki en büyük mesele bence varoluşsal sorunlar oluyor. Tabii bunlar şarkıları dinlerken ne kadar hissediliyor bilmiyorum, ama birçok insan şarkılarımızı neşeli bulsa da ben şarkıların çoğunun geçen zaman ve ölüm üzerine olduğunu düşünüyorum. Onun dışında aşk da ikinci bir konu. Ölüm ve aşk en ortak paya sahip iki mesele olabilir. Bizim için en büyük dertler bu. Ha, aşk acısı çekiyor muyum dersen, çekmiyorum. Ama o kadar çok aşk acısı çektim ki artık onunla ilgili ne yazılabileceğini az çok biliyorum. Tabii ki okuduğum şeylerden veya gördüğüm şeylerden, ya da çevremdeki olaylardan da etkileniyorum. Genel olarak böyle. Farklı konularda şarkılarımız da nadiren de olsa var, ama çoğunluğu büyük ihtimalle yaz bunalımları, geçen zaman, aşk ve sıradan günlük şeyler.
Defne: Varoluşsal sancılar.
Mertcan: (Güler) Varoluşsal sancılar da var.
Defne: Dinleyiciye geçirmek istediğiniz bir şey var mı? Kulaklığı taktığımızda “şunu hissetmenizi istediğimiz için şöyle yapıyoruz” dediğiniz bir şey var mı?
Mertcan: Oluyor aslında. Yani melodiyle biraz onu yapmaya, hissettirmeye çalışıyoruz. Bence pozitif hissetmeleri gerekiyor, yani istediğimiz şey o. Biri müziğimizi dinlerken pozitif hissetmeli. Eğer şarkı hüzünlüyse tabii ki onu hissedebilmeli, kızması gerekiyorsa da kızmalı. Ama aynı zamanda eğlenebilmeli, benim için en önemli şey eğlenebilmeleri çünkü çok ciddiye almamak gerekiyor diye düşünüyorum. Sanatı… tabii ki sanat hayatımızdaki en ciddi şey ve önemli bir kısmı.
Defne: Önemli olması her zaman ciddiye alınması gerektiği anlamına mı geliyor sence?
Mertcan: Gelmiyor. Önemli olmak ayrı bir şey bence. Ama onu ciddiye alıp kendini beğenmek… yani biraz da dinleyip geçebilmeli insanlar. Eğleniyorsa eğlenmeli, eğlenmiyorsa eğlenmemeli. Sonuçta müzik bu yani, üzerine çok fazla düşünmesine gerek yok. Buna daha farklı anlamlar yüklüyorlarsa yükleyebilirler, daha sanatsal bir değer buluyorlarsa bunun hakkında da düşünmek istiyorlarsa düşünmeliler çünkü biz de çok düşünüyoruz bunun hakkında. Şarkıları yazıp, üretip, paylaşmak kolay olmuyor. Ama bir yandan da bu bizde kolay olmadığı için çok ciddiye alınmasını beklemiyoruz. Herkes dinlesin, eğlensin, konserimize gelsin, gelmiyorsa da katılmak zorunda değil. (Güler) Ama en çok beklediğimiz şey eğlenmeleri.
Defne: Yeni albümden konuşalım biraz. İlham dedin ya, şarkılarda ilham aldığınız şeyler neydi? Mesela albüm kapakları genel olarak benim çok dikkatimi çeken bir nokta, hoşuma gidiyor. Merakıma yenik düşüp soruyorum hep. Albüm kapağını nasıl tasarladınız? İsimlere nasıl karar verdiniz? Şarkıların her birinin hikayesi var mı, ilham aldığınız şeyler farklı mı birbirinden?
Mertcan: Albüm kapakları bizim için de çok önemli. Son albüm kapağından bahsedecek olursak bir portakal var, bize güneşi çağrıştırıyor. Bu albümü tam yazın çıkarmaya niyetliydik, sonbaharda Amerika’dan dönmüştük ve o turneden sonra heyecanımız bitmeden hemen yeni bir albüm kaydetmek istedik. Biraz da o turnenin etkisiyle yaptık o albümü. Orada gördüğümüz, orada edindiğimiz o rahatlıkla hemen bir şeyler kaydetmek istedik. Kaliforniya’da yaptığımız turun etkisiyle de yazı iyice hissettirmek istediğimiz için birebir güneş koymak yerine onu temsil edebilecek bir portakal görseli bize çok iyi geldi. Albüm kapaklarımızda hep kolaj var. Bu fotoğrafı kullanırken de biraz manipüle ettim, birebir kullanmadım. Arka planla birleştirip koyunca “Tamam, kapak bu oldu.” dedik hepimiz. Hemfikir olduk ve kapak da bu oldu. Herkes beğendi.
Defne: Tatlı bir ironisi var. Portakal normalde kış meyvesi ama yazın çıkardığınız bir albüme entegre ederek temsil etmesini sağlayabilmeniz çok hoş.
Mertcan: Onunla ilgili bir de… erotik bir çağrışım alanlar var. İki portakal dilimi var, albümün adı “İkimiz” falan. İnsanlar böyle şeyler düşünüyor ama bizim ilk amacımız onun güneşi, turuncuyu, sıcaklığı vermesiydi. Tabii demin de söyledim, ben bir şarkı yazarken bir şey düşünüyorum ama insanlar başka şekilde düşünebilir. İşin eğlenceli kısmı da bu. O kapağa bakınca herkes ne hissediyorsa o yani.
Defne: Genel olarak sanatın çok fazla yönden anlaşılması, kolektif olması güzel bir şey.
Mertcan: Bence de. Üstelik böyle her şeyi de açıklamak… mesela bize bazen soruyorlar “açıklayın” diye. Açıklamana gerek yok aslında. Açıklaman gerekiyorsa zaten büyük ihtimalle olmamıştır.
Defne: Şarkılarda ilham aldığınız şey yaz mıydı bu albümde de, yoksa bu albüm özelinde başka bir şey var mıydı?
Mertcan: Bu biraz zor bir soru. Birebir ilham aldığımız bir şey… şarkıların sözlerini düşündüğüm zaman mesela. “Bilseydim” diye bir şarkı var, orada yalnız kalma isteği ve daha sonrasında bundan dolayı bir pişmanlık var. Bunun yazla bir ilgisi yok. Ya da “Gül Renkli Şafak”, tamamen terk edilmişlik, aşk, biri seni bırakıp gidiyor falan. Tabii ki yaz bittiğinde gelen hislerden sonra, güzel bir yazın ardından yazılmış bir şarkı. Geçen sene yazmıştım onu. Kendimizi şartlandırıp “bu albümün teması olsun.” demiyoruz, ama Palmiyeler’le insanlar bunu çok bütünleştirdiği için ve biz de bunu kullanmayı sevdiğimiz için, ayrıca biliyorsun albümde çok fazla yaz şarkılarını yaşatabileceğimiz işler de var, bu albümde bu temayı seçtik. Ama her albümde böyle olmuyor. Bir önceki albümün hiç yazla bir alakası yoktu. Onu yaparken, kapağını oluştururken bir yaz teması koymadık. Ama insanlara sorsan hep yazla ilgili yazıyoruz. İsimden dolayı biraz da. Çok farklı genre’larda da işlerimiz var halbuki. Ama uzaktan bakınca kolaya kaçıp “surf rock yapan bir yaz grubu” diyebiliyorlar. Ama işin derinine girersen ne surf rock’ız, ne de tamamen yaz grubuyuz. Melodiler neşeli olduğu için onu çağrıştırıyor insanlara. Bu da bizim için bir avantaj.
Defne: Kesinlikle sizin için bir avantaj. Bir de Türkiye’de rock endüstrisi çok gelişti son yıllarda. Geliştikçe müziğe çok farklı yönler veriliyor. Böyle bir endüstride orijinal bir iş yapıyorsunuz, ki bu çok değerli. Turneye geçmeden önce, “bazı şeyleri sound’la vermeye çalışıyoruz” demiştin. Sound mu daha ağırlıklı, sözler mi? Hangisine daha çok odaklanıyorsunuz?
Mertcan: Bu albümde daha çok sound’a odaklandık. Tabii ki sözleri de ihmal etmek istemedik, ama ilk amacımız sound’du. Hatta bilerek pislettiğimiz çok şey oldu. Üstüne çok uğraştık. O kaset estetiğini… bu biraz şey gibi olabilir, “Elinde imkan var. Neden daha temizini, daha iyisini yapmıyorsun? Neden daha iyi duyamıyoruz bunu?”. Bunu diyen insanlar oluyor. Hatta bunu yakın arkadaşlarım da söylüyor. Bazen böyle yapmak istiyoruz, çünkü o nostaljik his çok güzel bir şey. Eski kayıtları dinlerken, mesela sabah Bulutsuzluk Özlemi’nin bir albümünü dinledik evde.
Defne: Gerçekten? Çok severim. Hangisi?
Mertcan: “Nejat Yavaşoğulları” albümü. Hani Nejat Yavaşoğulları’nın Bulutsuzluk Özlemi adıyla çıkardığı albüm. Albümü kasetten dinliyoruz evde, çok başka şeyler hissettiriyor. Aynı albümü Spotify’dan dinliyorsun…
Defne: Kesinlikle aynı şey değil.
Mertcan: Yine de güzel, şarkılar zaten iyi, yine mutlu oluyorsun o yüzden. Ama diğerindeki hisler çok farklı. Onda belki çocukluğuna gidiyorsun, belki çocukluğundaki bir anıyı hatırlıyorsun. Biz belki de o kasetlerle, o eski sound’l büyüdüğümüz için. Aynı albümü Spotify’dan dinleyince biraz metalik geliyor. Tabii ki bizim albümlerimiz dijital yayınlanıyor, plaktan dinleyen insanlar başka bir his alıyorlar. Ama dijitalde de biz o hissi biraz yakalayabilmek için bu albümü birçok kez kasete kaydettik, geri dijitale çektik. O bozukluk, o köşelerin erimesi biraz da bizim onu bilerek bozmamızdan kaynaklı. O yüzden sound’a çok uğraştık. Gitarları on kere kaydettik. Hepsini sil baştan tekrar yap falan. Birçok insan kendi grubu olsaydı bu kaydı kabul etmeyebilirdi ama biz bundan zevk alıyoruz. İşi sanatsal bir yere çekiyor. Bu işi başka bir kaygıyla yaptığımızı temsil eden bir hareket bu bizim için. Bazı albümleri böyle yapmaya devam edeceğiz. Mesela yeni bazı şarkılar üzerinde çalışıyoruz. Biraz daha 80’ler pop müziği, Madonna’nın ilk kayıtları falan. Tabii ki ona çok benzediğini söyleyemem. Şu an biraz onun üzerinde çalışıyoruz, böyle bir albüm yapma fikrimiz var. Orada bu estetiği kullanır mıyız? Bence kullanmayız. Çünkü o estetik bunu istemiyor. O yüzden hepsini farklı bir iş gibi düşünüp kararımızı verip yapmak daha mantıklı. Bu albümde çok da sözle bir işimizin olmadığını düşündük. Bazıları eskiden yazılmış şarkılardı. Bazı sözleri alıp direkt kullandık, çok değiştirmedik. Ama sonuç olarak sound odaklı bir albüm olduğunu söyleyebilirim.
Defne: Çok fazla plak var albümlerden kayıt olan. Bu yüzden de o plağın verdiği hissiyatı veremiyorlar. Bir yandan da Spotify’da her şey var, o daha basit oluyor. Spotify’ı açtığımda kaset veya plak hissini verebilecek bir şarkı bulma isteğim olmuyor, çünkü zaten Spotify bunu vadetmiyor. Bu açıdan şarkılardaki o nostaljiyi duymak akılda kalmasını sağlıyor parçanın.
Mertcan: Fiziksel olarak edinmeleri de önemli bence. Çok farklı bir olay yani. Spotify’dan dinlemek tamam, güzel. Kolay sonuçta, hızlı bir de. Ama diğerinde şarkı geçmiyorsun, o albüme değer veriyorsun. O yüzden insanların fiziksel kopyaları edinmelerini de tavsiye ederim. Şu an için sadece plak var ama “Best Of” CD’miz var. Daha çok distografi, son albüm hariç çıkardığımız her şarkının olduğu bir CD var. İnternette var. Kaset formatında da üretebiliriz tekrar. Ama bence analog ve dijital arasında bayağı bir fark var.
Defne: Yeni albümden önce turneyi sormak istiyorum. Nasıldı? Nasıl bir deneyimdi, ilk turneniz miydi?
Mertcan: Bu ikinci Amerika turnemizdi. İlkini 2019’da tam COVID başlamadan bir-iki ay önce yaptık. New York ve çevresinde, yani Doğu yakasında yapmıştık. O turne bizim için çok iyi bir deneyim oldu. Amerika’da işlerin nasıl olduğunu böyle gördük. COVID bitince, daha doğrusu azalınca ve konserler başlayınca tekrar teklif geldi, ikinci tur için gittik. Bu sefer Batı yakasına gittik ve çok heyecanlıydık. Daha bize ait bir yer gibiydi. İklimi bize daha yakın sonuçta, daha sıcak bir yer. Çok uzun bir turne planlandı. San Diego’ya, neredeyse Meksika sınırına indik. Oradan Seattle’a kadar çıktık. Bunların hepsini kendi arabamızla yaptık. Günde minimum 7-8 saat araba kullanıp şehir değiştirerek 10 gün boyunca turladık. En son hesapladığımızda buradan Pakistan’a kadar bir mesafe çıktık, arabayla çok uzun bir yol katettik. Hatta bir gün aralıksız 14 saat yol yaptık, ertesi günü boş bıraktık. Genel olarak şöyle oluyordu, sabah uyanıyoruz, arabaya biniyoruz ki Amerika’da bütün gruplar bunu yapıyor. Onu da görmüş olduk. Buradaki gibi mesafeler kısa olmadığı için uyanıp hemen araca biniyorduk. Bulunduğumuz şehri de gezmeye çok fırsatımız olmuyordu. Hemen bir turluyorduk gezilecek yerleri, sonra tekrar arabayla yola çıkıyorduk. Saatlerce yol yaptıktan sonra mekana varır varmaz soundcheck, konser. Diğer gruplar da gelmiş oluyor, herkes aynı anda yol yapıyor. Çalınıyor, gece içiliyor, sarhoş olunuyor, ufak bir parti, herkes otele veya kiraladığı eve gidiyor, sabah tekrar.
Defne: Maraton resmen. Her gün başa sarıyor.
Mertcan: Bir de her seferinde amfiler, davullar arabaya yükleniyor. Mesela Türkiye’de bir mekana gittiğin zaman orada hep oluyor amfiler, davullar. Büyük ihtimalle ekonomik bir şey, burada birilerinin amfi ya da davul almasını beklersen müzik üretecek adam az çıkar. Amerika’da böyle bir imkan olduğu için mekanlar boş bırakılmış, her grup kendi davulu, amfisi, mikrofonuna kadar kendi ekipmanıyla geliyor. Biz Türkiye’den götürmedik tabii ki, ama birlikte çaldığımız grupların ekipmanlarını kullandık. Her gün o işin işçi kısmına da yüklenmek, amfi taşımak, kurulumu kendin yapmak bize çok güzel bir deneyim kazanırdı. İşin bu yönünü de gördük. Buradayken farklı, hazıra alışıksın. Geliyorsun işte “Palmiyeler geldi, davulu hazırlayın.” Çalışan bir sürü insan var falan. Orada her şeyi kendimiz yapmamız bize biraz da eski günlerimizi hatırlattı ve Amerika’daki gruplar, ki hani bu insanlar gerçekten popüler insanlar her şeylerini kendileri yapıyorlar. Aslında kendimizi aşırı önemsememiz gerektiğini gördük. Biz böyle bir grup değiliz ama bu piyasada onu görünce “insanlar keşke oraya gidip bunları da görse” dedik. Sadece burada gördüğümüzden ibaret değil dünya. “Starlık” Türkiye’de fazla önemseniyor. “Önemli olmak” falan.
Defne: Endüstri öyle gerektiriyor.
Mertcan: Evet işte, endüstri seni sürekli bir şey olmaya zorluyor ve hayır, bir şey olmak zorunda değilsin. Kendin bunu daha insancıl koşullarda yapabilirsin.
Defne: Biraz da kendi kendine yetebilmekle alakalı.
Mertcan: Aynen öyle, kendi kendine yetebilirsin. Bizim de böyle bir planımız var Türkiye’de, kendi sistemimizi daha iyi oturtabileceğimizi düşünüyoruz. Kendi tur planlarımızı, konser planlarımızı daha kendimizle barışık hale getirebileceğimizi düşünüyoruz. Buradaki o koşuşturma, biraz da ekonomiden kaynaklı hep seni bir şey yapmaya itme hali bazen bizi de yoruyor. Kendimizi yine de o açıdan şanslı hissediyoruz. Hepimiz başka işlerle de meşgulüz, müziği rahat yapabildiğimiz bir alan var her şeye rağmen. Maddi kaygılar olmadan bunu yapabildiğimiz için, bu şekilde deneyimleyebildiğimiz için mutluyuz. Umarım tekrar bir turne imkanımız olur. Çok fazla şey kattı bize. Avrupa’ya daha gitmedik, orada çalmadık. Hatta geçen sene bir Almanya turnemiz olacaktı Danimarka ve Almanya için. Her türlü belgemiz olmasına rağmen Danimarka bize vize vermedi. Dünyada yükselen bu faşizm bizi çok etkiledi. Herkes kapılarını kapıyor, biliyorsundur zaten. Her türlü iznimiz vardı, ona rağmen her türlü zorluğu çıkarttılar bize. Son güne kadar bize bunu bildirmediler. Yaptığımız bütün masraflar, her şey çöpe gitti. Bizi çok zor durumda bıraktılar, organizatörleri de aynı şekilde. Duyduğum birkaç tane daha iş var böyle, mesela bir tiyatro kumpanyası. Bir-iki kumpanya da turnelerini vize meselelerinden dolayı iptal etmek zorunda kaldı. Gidip orada kalmayacağımız da belli, İstanbul’a döneceğiz, konser tarihleri belli. Her şey ortadaydı, ona rağmen gidemedik. Senin de çevrende vardır ret yiyen insanlar. Bizim de çok var. İşin bir de bu tarafı var. Tamam, yurtdışına gidip çalmak eğlenceli ama böyle bir muameleyi de hak etmiyoruz. Umarım bunlar biraz daha düzelir. Avrupa’yla ilgili birkaç konser planımız var, ama artık tüm bu vize masraflarını karşı tarafa, bizi getirmek isteyen insanlara havale ediyoruz. Eskiden “biz hallederiz” derdik, ama şu an… böyle bir şeyle yaşıyoruz. Umarım bunlar düzelir, umarım daha insancıl olur her şey.
Defne: 2019’daki turneden sonra pandemi girdi araya, sizin için nasıldı? Ne yaptınız ya da ne yapmadınız? Üretken miydiniz?
Mertcan: Bence bizim için üretken geçti. Hatta 2019’da Şubat ayında New York’taydık. Mart ayında New York kapandı. Aslında öncesinde İtalya’yı ve Çin’i vurmuştu. Biz oradayken korona da olduk. Neyse ki sonlara doğruydu. Daha doğrusu şöyle oldu, biz konserleri verirken ben hastalandım. Hatta son iki konseri enstrümantel çaldık, ben söyleyemedim. Sesim kısıktı. Korona olduğumu da o zaman bilmiyordum. Haberleri okuyunca New York’a geldiğini öğrendik. Korktuk, ne yapacağımızı da bilemedik. Birkaç günümüz kalmıştı zaten. Hemen İstanbul’a döndük. Buraya döner dönmez burası da kapandı. Az kalsın orada kalıyorduk. Son anda buraya geldik, hem turneden hem hastalıktan dolayı çok yorulmuştuk. Bir ay Amerika’da geçirmiştik, ben dönünce “Birkaç ay hiçbir şey yapmak istemiyorum, evde oturacağım. Animasyon ve resim yapmak istiyorum.” dedim. Müzik videoları da yapıyorum ben. Kapandı burası da, paranoyaklaşıyorum tabii ki. “Dünya buna mı dönüyor” falan. Yapmam gereken bir şey yoktu, dinlenmeyi planlıyordum zaten. O yüzden ilk aşamada fark etmedik ne yaşadığımızı. O boşlukta iki albümü kaydetmeye başladık. Palmiyeler açısından çok üretken geçti. Pandeminin başlangıcında “Ben Hür…”ü yayınladık, sonuna doğru da, 2021’de “Şeytan Odama Geldi”yi yayınladık. O yüzden gayet iyiydi bizim için. Bir şeylerle oyalandık. Çok rahat seyahat edemedik, konser veremedik, özledik. Kötü geçti diyemem yani. Aslında iyi geçti demek de saçma geliyor bana. Dünyaya ve hayatını kaybeden insanlara, onların ailelerine haksızlık gibi oluyor böyle diyince. Ama evet, zor ama üretken bir dönemdi.
Defne: Biraz tuhaf olacak ama enstrümanlarınıza isim takıyor musunuz?
Mertcan: I-ıh. Takmıyoruz. (Güler) Takanları duydum ama hiç öyle bir ihtiyaç duymadık.
Defne: Ah be. Peki ne tüketiyorsunuz müzikal açıdan? Severek dinlediğiniz veya dibine kadar sömürdüğünüz bir şarkıcı var mı?
Mertcan: Bayağı var aslında, hem yerli hem yabancı. Bulutsuzluk Özlemi, Mavi Sakal, Kesme Şeker'in... bizim karakterimizi ve yazma biçimimizi, özellikle Türkçe sözlü müzik yaptığımız için başta etkileyen unsurlardan bazıları bu sanatçılar. Onun dışında, sound olarak bakarsak, The Cure, The Smiths, Ariel Pink. Mesela onun yarattığı sound ve müziğe katkısı açısından çok önemli biri bizim için. Eski punk-rock dönemlerimizden de The Clash, David Bowie, The Beatles... bunlar klasik ama dedin ya sen hani, "sonuna kadar sömürdüğünüz" diye, bu insanlar o insanlar. Hak ediyorlar da tabii ki. Ama duygusal tarafına bakarsak The Smiths ve The Cure sound olarak benziyor.
Defne: Evet ama, konsept olarak benziyor. Ki zaten sound olarak da aklıma The Cure'un "Wish" albümü gelmişti. Peki, en çok neyi dert ediyorsunuz günlük hayatta? En çok neyi takıyorsunuz? Mesela Danimarka'nın vize verme olaylarıyla ilgili "Keşke böyle olmasa" dedin.
Mertcan: Evet, keşke böyle olmasa ama bunları kafaya takmıyorum. Umrumda değil yani, Danimarka vize vermiyorsa bu onların bileceği iş. Kendi bileceği iş. Hiç umrumda olmaz, gocunmam da. Böyle şeyleri kafaya takmıyorum. Müzikal açıdan kaygılarım oluyor bazen, daha çok üretmek, daha çok vakit ayırmak gibi. Hayat sonuçta bir sürü şey çıkartıyor karşıma, her zaman aynı üretkenlikte olmuyorum. Onun dışında çok kaygılı bir insan değilim, grup arkadaşlarım da öyle değiller. Saplantı haline getirdiğim, takıldığımı söyleyebileceğim önemli bir şey yok açıkçası.
Defne: Yeni single, albüm, EP gibi bir şey var mı? Eylül'den itibaren konserlerle ilgili ya da parçalarla ilgili aklınızda ne var?
Mertcan: Evet var. Biz bu yazı çok yoğun geçirdik. Özellikle Haziran-Temmuz ayları arası çok fazla çalıştık, 20-25 konser verdik. Sonrasında yaz bitti, şimdi durulmak istiyoruz. Konser sayısını biraz azaltıp tekrar üretmeyi planlıyoruz. Bu noktada neredeyse hazır diyebileceğim iki-üç single var ama bunları nasıl yayınlayacağımızı bilmiyoruz.
Defne: Single mı, EP mi, yoksa albüm mü diye mi düşünüyorsunuz? Format olarak yani.
Mertcan: Aynen. Son iki albüm yayınladık, "Şeytan Odama Geldi" ve "İkimiz". Öncesinde "Ben Hür..." single olarak yayınlandı, sonra hepsini bir albümde topladık. Belki yine öyle bir şey yapabiliriz, single yayınlamanın da bir rahatlığı var. Albüm üstüne çok düşünmen gereken bir şey, ama single tek şarkı. Kaydediyorsun, onu nasıl sunacağına karar veriyorsun ve hemen çıkartabiliyorsun. İki albümden sonra böyle bir rahatlığa da ihtiyacımız var. O yüzden belki single üzerinden gideriz. Ama bir yandan da bizi tanıyorum, hep şöyle oluyor: "Abi elimizde üç şarkı var, biraz daha bekleyelim de albüme çevirelim." Öyle bir tarafımız da var. Albüm daha ciddi oluyor, daha sonra plağa da çevirebiliyorsun.
Defne: Şimdi onu diyecektim, albüm olursa eğer kaset de olabilir plak da.
Mertcan: Single'ları da çevirebiliriz belki toplayıp. Günümüzde single'lar çok yaygın, albüm çıkartmıyorlar bile. O yüzden bu düzende onu yapmamız da bizim açımızdan mantıksız değil. Çünkü insanlar çok çabuk tüketiyorlar. Albüm çıkarıyoruz, "Yeni şarkı nerede?". Biz de makine değiliz yani, elimizde şarkı varken de single çıkartalım diyoruz. Birkaç tane farklı şekilde denemek istediğimiz şarkı da var, belki onları single olarak çıkartıp insanların ne düşündüğünü görmüş oluruz. İnsanlar sevmese biz bunu yapmayacak mıyız, yine devam edeceğiz ama hepsini denemek güzel her türlü.
Defne: Eklemek istediğin başka bir şey var mı? Herhangi bir şey?
Mertcan: Gruptaki herkes selam söylüyor, burada olmadıkları için katılamadılar. Bizi dinleyenlere söyleyebileceğim şey, yakında bir sürü single, hatta yeni albüme girebilecek bir sürü şarkımız var. Hatta yeni müzik videoları üzerine de konuşuyoruz, farklı neler yapabiliriz diye. Öyle, yakında tekrar görüşürüz herhalde.
Comments