I'm looking at you through the glass Don't know how much time has passed Oh God, it feels like forever But no one ever tells you that forever feels like home Sitting all alone inside your head...
Demiş şair. Bugün sözleri ve anlamlarıyla hepimize dokunan bir albüme göz atacağız. Stone Sour- Come What(ever) May...
Önceki yazımda Slipknot'a değinmişken tabi ki de Corey Taylor ve James Root'u yakalayıp devam edeyim dedim. E hazırsanız başlayalım.
İsmini bir kokteylden alan grubumuz, Corey Taylor (şimdilerde Slipknot'un vokalisti olarak da tanıdığımız) ve Joel Ekman tarafından kuruldu. Sonrasında grubumuza Corey'in de yakın arkadaşlarından Shawn Economaki'de katılarak o yıllarda iki tane demo kaydettiler. Gel zaman git zaman grubumuza bir üye daha katıldı... James Root. Ama grup yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Çünkü James ve Corey git gide daha fazla Slipknot'a zaman harcamaya başlamıştı sonuç olarak bu da grubu kötü etkilemişti.
2000 yılında Josh Rand'ın gruba katılıp "tekrar" canlandırmasıyla grup silkinip, kendine gelip çok da güzel yaptıkları işlerine geri dönmüşlerdi.
2003'ün başlarında yazılmaya başlanan albüm anca 2006 yılında kayıt için hazır olmuştu. Tam bu sırada Joel Ekman bazı sebeplerden dolayı gruptan ayrılmak zorunda kalmıştı. Yerini, albümdeki iki şarkı dışında dolduran Roy Mayorga almıştı. Sonunda albüm yayınlanmıştı. İlk haftadan ilgi çeken albüm artık dertlerimize ses olmaya hazırdı.
Artık hepimiz için tanınmış bir Stone Sour vardı. "Slipknot'taki adamın diğer grubu" olmaktan çıkmıştı.
Albüme geçecek olursak; İlk olarak şunu söylemem gerek aranızda bu albümden thrash, death ya da extreme metal bekleyen varsa şimdiden yok olsun. Teşekkürler. Albümdeki bir iki şarkı dışında kadar da bir heavy ballad yok -ama var- . Aslında Stone Sour'u da kendi türünde unutulmaz ve de mükemmel kılan da bu olsa gerek. Melankolinin ağır vurduğu, gerçeklerin yüzümüze çarptığı, hem sözlerde hem de melodide bunu hissederek dinlediğimiz bir albüm desek az kalır, şaheser demek istiyorum.
Albümün ilk üç şarkısı bizi tatlı "heavy riff"leriyle karşılıyor. İkonik 30/30-150 ile açılışı yapıp, ardı arkası kesilmeden Slipknot'tan bazı minik esintiler seziyoruz. Come What(ever) May ile sorunlarımıza değinip, Hell & Consequences'den sonra heavy rifflere biraz ara veriyoruz.
The stars that shine for you, yeah-ah And it's the stars The stars that lie to you, yeah, yeah
Who are the stars Who are the stars, they lie...
Dağ gibi adamın içinden çıkan kırılgan yanını görüyoruz, hissediyoruz. Sözleri içimize oturuyor, harbiden de çöküyoruz. Hepimiz ayrı ayrı anlamlar yüklüyoruz, kendimizden parçalar katıyoruz.
Normalde şarkılara tek tek değinecektim ama bu albümü dinleyip kendinizin keşfetmeniz gerektiğini düşündüm. Çünkü aslında 2000 yılından sonraki "tekrar" grubun kendine gelmesinden sonraki bağları, iki grubun karması ama aslında ap ayrı bir ses olduğunu yansıtıyor bana göre bu albüm. Slipknot'a göre daha "radyo dostu" grubumuz, kendini kaybedip buluyor desek de doğru olur.
Bu güzelim cover'ı da buraya bırakıp bugünlük benden bu kadar demek istiyorum.
Müzikle kalınn, görüşürüz :)
Albümün geri kalanı için;
Comments